25 Temmuz 2009 Cumartesi

Üniversite Tercihi Sanatı

ÖSS puanları ve sıralamaları açıklandıktan sonra sıra tercih listesini oluşturmaya gelir. Bu listeyi oluşturmak bence bir sanattır, çünkü hem çekici olan tercihleri hem de gerçekçi olan tercihleri estetik bir şekilde kombine etmek gereklidir ki sonuç istendik olabilsin. ÖYS zamanından hatırlarım, o zamanlar öğrenciler tam anlamıyla hayatlarının kumarını oynuyorlardı. Ortada ne puan ne de sıralama varken çocuklardan geleceklerinin kolonunu doldurmalarını istiyorlardı. Seneler geçti, sınav sistemi değişti, tercih yapma dönemi bir şans oyunu olmaktan çıkarıldı. Ama yine de bu işi yapmadan önce bazı şeylere dikkat etmek gerekiyor tabii ki.

Birinci konu, öğrenci üniversite mi seçecek meslek mi seçecek sorunudur. Etiket değeri yüksek olan üniversiteler, güncel koşullarda en geçersiz olan bölümlerinden mezun olan öğrencilere bile referans oldukları için bölüm farketmez ne de olsa X mezunu olucam, mezun olunca sırtım yere gelmez düşüncesiyle yüksek puanlarla öğrenci almaya devam ederler. İyi bir üniversitenin kötü bir bölümü mü, kötü bir üniversitenin iyi bir bölümü mü?

Yaptığım gözlemlere göre ismi çok da duyulmadık taşra üniversitelerinde çok değerli hocalar önemli uluslararası çalışmalara imza atıyorlar. Ayrıca marka değeri olmayan üniversitelerin gerçekten iyi eğitim veren bölümlerinden kendinizi yetiştirerek mezun olursanız (sonuçta üniversitede okumak sadece derslere girip çıkmaktan ibaret değildir. Bilimsel gelişmeleri, konferansları vb. bir çok şeyi takip etmek, en az bir yabancı dili sular seller gibi bilmek de kendinizi yetiştirmeye girer.), girişken bir kişiliğiniz de varsa zaten kendi kapınızı kendiniz açarsınız. Önünüze tabii ki diğer marka değeri yüksek olan üniversitelerin mezunlarına göre daha çok engel çıkacaktır, ama siz büyük ihtimal "ne oldum delisi" olmayan bir mezun olacağınız için önünüze çıkacak engellerle savaşmak için de daha fazla stratejiniz olacaktır. Ayrıca unutmamak gerekir ki zoru başarmak daha çok haz verir.

İkinci konu, ben illa ki şu mesleği okuyacağım diye karar verdiniz. Peki bu mesleğin hangi üniversitede daha iyi kazandırıldığını, hangi yaklaşımla eğitim verildiğini tercih listenizi yapmadan önce araştırıyor musunuz? Özellikle sosyal bilimlerle ilgili bölümler ağırlıklı olmakla beraber fen bilimleri bölümlerinde de ekol farklılıkları, uzmanlık alanları farklılıkları vardır. Kendi okuduğum bölümden bir örnek vererek ne demek istediğimi biraz daha açıklamak istiyorum. Psikoloji bölüme girerken tek bildiğim 3. sınıfta psikopatoloji dersinin olduğu ve dersin isminin bana çekici geldiğiydi. İlerleyen yıllarda farkettim ki psikoloji çok geniş bir uzay gibi. Hangi ekol baskınsa bir bakmışsınız ki o ekolün kalıbından çıkmışsınız. Yani demek istiyorum ki her üniversite kendi benimsediği ekole göre psikolog yetiştiriyordu. Mesela Hacettepe Üniversitesi Psikoloji bölümü tam anlamıyla bilişsel-davranışçı ekolünün sadık izleyicisiyken, İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümü neredeyse psikodinamik-ya da psikoanalitik- yaklaşımın bir tekeliydi. Ayrıca bölümler arasındaki gizli çekişmelerin bir çoğunu mezun olana kadar anlamanın imkanı bile yok. Bu (genelde ekol farklılıklarından kaynaklanan) çekişmeleri ancak ne kadar başarılı bir öğrenci olursanız olun sırf X üniversitesinden mezun olduğunuz diye Y üniversitesinde yüksek lisansa kabul almadığınızda üzülerek idrak edebilirsiniz. Kısacası ekol farklılıklarını üniversite tercihi yaparken göz önünde bulundurmanızda fayda var.

Üçüncü Konu Öğrenim dili seçimi: Düz mantık şudur, bi bölüm ingilizceyse o bölüm iyidir. Bu düz mantık çok yanlıştır. ilk ve ortaöğretim geçmişinizde sağlam bir İngilizce alt yapısı almadıysanız, üniversitelerde verilen 1 senelik hazırlıkla mesleki derinliği kazanacak İngilizce öğrenmeniz gerçek dışı bir beklentidir. Bu durumu da dengeleyebilmek için hocalar ya derslerin bir kısmını türkçe anlatır, ya da değerlendirme soruları genelde derin bilgi, analiz-sentez yeteneği ölçmeyen çoktan seçmeli sorular olur. 4 sene sonunda İngilizce bir bölümden mezun olursunuz ama aktif olarak mesleğinizde bu dili konuşamazsınız. Tercüme yaparsınız, okuma yaparsınız ancak bir dili biliyorum demek bunların yanında yazma-konuşma becerilerini de gerektirdiği için aslında hep eksiksinizdir.

Bazı durumlarda da tam tersi durum söz konusudur. Eğitim programı o kadar İngilizcedir ki, öğrenciler 4 sene boyunca Türkiye'deki literatürden uzak, türkçe mesleki terimlerden habersiz olarak okurlar. Mezun olduklarında eğer Türkiye'de kalmayı seçmişlerse mesleki hayatlarına garip bir dille devam ederler: genelde bu Boğaziçili ya da ODTÜlü türkçesi olarak bilinir. Hiç unutmam, bir kere yine psikoloji ile ilgili bir eğitime gitmiştim, 2 eğitmen de terimleri hep İngilizce söylüyorlardı. Ben de dayanamayıp, kusura bakmayın ama bu salondaki herkes sizin kullandığınız terimleri anlamayabilir, ayrıca Türkiye'de Türkçe Psikoloji alanında, para ödeyerek, uzmanlaşmayla ilgili bir eğitim alıyoruz. Lütfen kullandığınız dili türkçeleştirin demiştim de haklısınız cevabını almıştım. Benim tavsiyem şudur ki bölümünüzün içeriğini en iyi nasıl kavrayacaksanız eğitiminizi o dille alın. İngilizce özellikle literatür takibi yüzünden kazanılması zorunlu bir dil. Eğer İngilizce bölüme giremezseniz üzülmeyin, kendinizi dışarıdan destekleyin, kurslara gidin. İngilizce bir bölümdeyseniz, arada Türkçe Makale Okuyun. Eğer yabancı dille eğitim yapan bir liseden mezun olmuşsanız, Türkçe bölümlerde okursanız sınıf arkadaşlarınıza göre hep bir adım önde olursunuz bu avantajı kullanın.

Dördüncü Konu: Tez meselesi. Bazı bölümlerde bitirme tezi varken, bazılarında bitirme projesi bile yoktur. Her zaman için tez yazmadan bitirilen bölüm daha az acı çektirir, ancak eğer yüksek lisans yapmayı düşünen bir insansanız lisans bitirme tezinizi yazarken çektiğiniz sıkıntılar size avantaj sağlar. Bu yüzden bölüm bitirme koşullarını, sınıf geçmek için gereken not ortalamasını da mutlaka araştırarak farklı üniversiteleri bunlara göre karşılaştırın.

Son olarak değinmek istediğim konu da mesleğinizin içeriğini iyi araştırın. Halen lisede okurken büyük çoğunluk iktisat veya işletme okumak isterdi ve kimse ne iktisatçının ne de işletmecinin ne yaptığını bilirdi. Her matematik bölümü mezununu öğretmen olur her iktisatçı bankacı olur gibi genellemeler yapılırdı. Artık biliyoruz ki diplomada yazan ünvan iş dünyasında - tıp, hukuk vb. spesifik alanlar dışında- çok da bağlayıcı olmuyor. Bu nedenle bölüm seçerken geniş hareket alanı sunabilecek bölümler tercih etmek de gelecekte avantaj sağlayabilir.

Okuduğunuz üzere üniversite tercihi yapmak sadece yüzdelik dilimim şu üniversitenin şu bölümüne tutuyor, madem onu yazayım demekten çok daha fazlasını dikkate almanızı gerektiriyor. Yukarıda değindiğim konular dışında şehir seçimi, üniversitenin politik duruşu, üniversite ve bölümün kurumsal kültürü, burs olanakları, yurt dışı bağlantıları gibi daha bir çok konu var detaylı bir şekilde sorgulanması gereken.

Sonuç olarak tavsiyem, tercihlerinizi teslim etmeden önce mutlaka yazdığınız bölümlerin internet sitelerine girip, akademisyenlerin öz geçmişlerine, yaptıkları çalışmalara, ders programlarına, mezuniyet koşullarına bakın. Mümkünse o bölümlerden kısa bir zaman önce mezun olmuş kişilerle tanışın, onların deneyimlerinden fikir alın (halen o bölümlerde öğrenci olanlarla çok objektif davranamayacakları için mezunlarla konuşmakta fayda var). Sizi tatmin edebilecek, mesleğinizi size sevdirebilecek üniversiteleri tercih edin. Etiketlere takılmayın, çerçevenin dışına çıkmak için cesaretli olun. Araştırmacı olun, tercih etmeyi düşündüğünüz bölüm ve üniversiteler size ne kadar uygun bunu keşfetmeye çalışın.

12 Temmuz 2009 Pazar

ÖSS Birincilerine Dair


Öğrenci Seçme ve Değerlendirme Sınavı (nam-ı diğer ÖSS) ergenlerin ömrünü tüketmekle ün kazanmış bir sınav olmaktan öte aslında bir bakıma 4 sene ortaöğretim de milli eğitim bakanlığınca belirlenmiş eğitim hedeflerine öğrencilerin ne derece ulaştıklarını ölçmeye çalışan, bu hedeflere ulaşma derecesinde de öğrencileri sıralayıp onların geleceklerine kaftan biçen bir sırat köprüsüdür.

Haberlerde okuruz, her sene mutlaka bir kaç öğrenci strese veya alınan kötü sonuca dayanamayıp intihar eder. Sonra yine sonuçların açıklandığı gün yine hem gazeteler hem de televizyonlar ÖSS şampiyonları hakkında boy boy haberler yaparlar. Aileler çocuklarının başarılarıyla övünürlerken şampiyonların gittikleri dershaneler, kullandıkları dergiler, bitirdikleri liseler yine bu öğrenciler üzerinden reklamlarını yaparlar ve bu başarı yine ticari bir reklama dönüşür. Oysa kimse bu çocukların geçmişte çektikleri sıkıntıların gelecekte yaşayacakları dertlerin, hayal kırıklıklarının, başarısızlıklarının, hayatın atacağı tokatların üzerinde durmaz. Bu gencecik beyinleri kimse uyarmaz.

Nitekim ÖSS akademik (yani bilişsel) başarıyı ölçer. Oysaki hayatta 4 yanlış bir doğruyu götürmez, bir an gelirki 1 yanlış tüm doğruları yeniden gözden geçirmenize neden olur. Gerçek yaşam problemlerini boş bırakıp geçme gibi bir lüksünüz olmaz. Günlerce kendinizi eve kapatıp baştan sona hayatı ezberlemeye çalışsanız bile anlık bir olay tüm ezberleri alt üst edebilir.

Biraz önce yine gazetede ÖSS birincilerinden birinin babasının verdiği demeçten bir kısım dikkatimi çekti:“Sınav boyunca sosyal ilişkileri iyi değildi. Aklında sadece sınavı kazanmak vardı. Oğlum iyi bir öğrenciydi. Lise 1'den beri ÖSS'ye hazırlanıyordu. Dereceye girdiği için çok mutluyuz”. Baba burada asosyal bir çocuğu olduğunu kabullenmekle birlikte, derece aldığı için bu asosyalliği mazur görebiliyor. Bu demeci verirken acaba ne kadar farkında insanın bir sosyal varlık olduğunun.

Başarı ve mutluluk ölçütleri şüphesiz kişiden kişiye, durumdan duruma göre değişiklik göstermekle birlikte, ÖSS'nin ölçtüğü başarının öğrencinin aldığı eğitimin kalitesini ölçtüğüne kesinlikle inanmıyorum. Eğitim programları hazırlanırken önce eğitimin hedefleri belirlenir, ve AB üyesi ülkelerin eğitim programlarında bilişsel gelişim yerine YETKİNLİK kazanımı vurgulanır. Yetkinlikler de 5 şıklı sorularla ölçülemez. Ölçme ve değerlendirme de eğitim programlarında hedeflere ne kadar ulaşıldığını belirlemeyi hedefler. Türkiye'de ise sistem tersine işlemektedir. Eğitim kurumları ölçme aracını (ÖSS'yi) hedef alır ve eğitim programlarını buna göre şekillendirir. Böylece ARAÇ'ı başarmayı hedefleyen eğitimciler, öğrenciler, aileler asıl AMAÇı atlarlar. Çünkü eğitimin amacı öğrencileri gelecekte toplum içinde üretken insanlar yapmak, onların bütüncül olarak (bilişsel, duygusal, sosyal, bedensel) sağlıklı bireyler olmalarını sağlamak, gerçek hayat problemlerini çözebilecekleri becerileri kazandırmak olmalıdır.

ÖSS'nin bir sihirli değnek olarak görülmesi de ayrı bir tartışma konusu olabilir. Mesela ilk bilmem kaça girene envai çeşit burs önerilir, arabalar verilir, daireler hediye edilir, yurt dışına okusun diye gönderilir. Oysa ki bunları verenler düşünmezler bu öğrenci bu sunulan "hediyelerin" götürülerine ne kadar hazırdırlar. Mesela merak ediyorum ÖSS birincilerinin kaçından fotoğraflarının yayınlanması için izin alınıyor. Araba, ev verenler gerçekten çocuğun "başarı"sını mı ödüllendiriyor yoksa kendi reklamlarını mı yapıyorlar? Okumak için yurt dışına gönderilen genç beyinler yurt dışında yaşamanın zorluklarına ne kadar hazırlar (ya da bu zorlukların ne kadar farkındalar)? Aileler, ÖSS sonucunun çocuğun hayattaki başarı beklenti düzeyini ne kadar arttığının ve bu beklentinin öğrenciler üzerinde ne kadar baskı yaptıklarının ne kadar farkındalar? Gelecekte öğrencinin alacağı başarıların hiç bir zaman yeterli olmayacağının, ve yeterli olabilecek noktanın da var olmayacağının ne kadar farkındalar?

Velilerin, öğrencilerin ve kendilerini eğitimci olarak tanımlayanların bu soruları bence kendilerine sormaları gerekiyor.

Öğrencilerin ÖSS travmasını en hafif şekilde atlatmaları için ailelerin bilinçlenmesi ön koşul. Merak ediyorum acaba geçmişte ÖSS'de derece almış öğrencilerle yapılmış boylamsal bir akademik çalışma var mı onların başarı ve hayat doyumuyla ilgili. Benim çok yakınımda bir örnek var ve kendisine bakınca geçmişte ne kadar çok şey başarmış olsa da kendisi bir türlü bu başarılarıyla tatmin olmuyor ve kendisini başarısız hissedip sürekli bunalım modda yaşamaya devam ediyor. Bu kişi şimdi yurt dışında akademisyenlik yapıyor ve yurda dönmek için fırsat kollasa da verilen komik akademisyenlik maaşları yüzünden bir türlü içine sindiremiyor geri dönüşü. O kadar çalışmanın, ÖSS'de dereceye girmiş olmanın, hayatın en değerli senelerinin kaybedilmesinin getirisi ne götürüsü ne bunu bir tartın lütfen sevgili veliler ve insanlıktan çıkmış sevgili ÖSS adayları...

Bu yazımı bitirmeden önce takip ettiğim bir psikolog olan Doç. Dr. Serdar Değirmencioğlu'nun yapımcılığını üstlendiği bir ÖSS belgeseli: 3 saat'e değinmek istiyorum. Henüz bu belgeseli izleme fırsatı bulamadım. Ancak fragmanını izledikten sonra merakım daha da arttı.

OSS Trailer from Ramin Matin on Vimeo.



Bence bu belgesel her lise 4 öğrencisine izletilmeli. Hatta veliler de izlemeli.

Bir sonraki yazımda üniversite tercihi yapma sanatından bahsetmek istiyorum. Merak edenlere duyurulur...



6 Temmuz 2009 Pazartesi

U2, 360 Derece Turu Açılış Konseri, Sosyal Sorumluluk Bilinci

29 Haziran akşamı eve gelip Facebook'u açtığımda bana gelmiş olan bir mesajın tarihi bir olaya tanıklık etmemin anahtarı olacağı hiç aklıma gelmemişti. Ertesi gün için Barcelona'ya 20 kişilik bir grup geleceği ve onların grup liderliğini yapmam teklif ediliyordu. O gün için bir planım olmadığı için evde oturmaktansa yeni insanlarla tanışırım düşüncesiyle hemen evet dedim. Meğer o 20 kişi Türkiye'den buraya U2'nun 360 derece turu kapsamındaki açılış konseri olan Camp Nou'daki konseri izlemeye geliyorlarmış. 30 Haziran Salı sabahı havaalanına grubu karşılamaya gittiğimde gruptan 2 kişinin uçağa binemediğini ve onların konser biletlerinin de bana kaldığını öğrendim. Ve böyle başladı U2 konseri serüvenim. İstanbul uçağının inmesini beklerken siyah U2 t-shirtlü, çantasız, valizsiz U2 seyircilerin gümrükten çıkmaya başlamaları bile konserin ne kadar önemli olduğuna dair ipucu veriyordu.Turun ilk konserinin biletleri 1 ay öncesinden tükenmişti. Stadda yaklaşık onlarca milletten 90 bin U2 sever olacaktı. Bilet fiyatları (benim elimdeki biletin fiyatı 35 euro idi ama bu biletten çok sayıda yoktu sanırım.) ortalama 75 euro civarındaydı. Bir hafta öncesinde Barcelona'da yaşayan arkadaşlarımın bir çoğu Facebook durumlarını U2 konserine sabitlemişlerdi. Ben de vay U2 geliyor herkes gidiyor, benim niye hiç gidesim yok diye düşünüyordum. Aslında ezelden beri U2'ya büyük bir hayranlık beslemem, yeni albümlerini hiç bilmiyorum. Bu biraz da politik duruşlarının müzisyen kimliklerinin önüne geçtiğini düşünmemden kaynaklanıyor. Önce konser izlenimlerimi aktarıp daha sonra U2'nun konserini müzikal açıdan çok politik duruşları/söylemleri açısından değerlendirmeye çalışacağım.

Stada girdiğimizde saat 20.30'du ve ön grup olan Snow Patrol çıkmak üzereydi. U2'nun çıkış saati 22:30'du. Saha içi erkenden dolmuştu. Saat 22:00yi gösterirken de tribünlerde oturacak yer neredeyse kalmamıştı, seyirciler meksika dalgası yaparak vaktin gelmesini bekliyordu. Saat 22:30'da, gecikmesiz çıktı U2 sahneye. Şu ana kadar gördüğüm en nefes kesici sahne-ya da U2'nun deyimiyle uzay mekiği /the Claw-göz alıcı ışıklara bürünmüştü.

Bono ya ikinci ya da üçüncü şarkıda pop müziğin kralı-Michael Jackson-'nı unutmadı ve söylediği şarkıyı ona ithaf etti: "Angel of Harlem"




Konser sırasında sahne bir uzak mekiği gibi kalkışa hazırlandı, uzaya fırlatıldı, uzayda yol aldı ve sonra dünyaya geri döndü. Konser esnasında yok artık dedirten olay uzayda bulunan Mir Uzay üssü ile bağlantı kurulmasıydı. Sahnenin üzerindeki dev ekranların yarısı uzak üssünün içini gösterirken, diğer ekranlar da ingilizce yapılan konuşmaları katalancaya çeviriyordu. Yaklaşık 10 dakika soru-cevap şeklinde geçen bu eğlenceli bağlantıdaki son soru çok hoştu: "Dünya uzaydan ne kadar büyük görünüyor?"



Konserin ilerleyen sürecinde beklediğim gibi U2 ayrımcılık ve insan hakları ihlalleri ile ilgili mesajlar verdi. Aslında U2'nun konserlerini böyle "yüce" bir görev için araç olarak kullanması benim çok da onaylamadığım bir nokta olsa da dinleyicilerini sağduyuya davet etmesi, onların bilinç düzeylerini arttırması, ayrımcılığa, haksızlığa, insan haklarının ihlal edilmesine karşı savaş açması da o kadar desteklediğim bir durum. Mesela konser sırasında yeni bir şey öğrendim:
Burma'da demokratik olarak seçilen kadın lider Aung San Suu Kyi seçildiği günden beri ev hapsindeymiş. U2 bunu bu liderin fotoğrafını ekranlardan yansıtarak ve bu liderin maskesini takan bir grup fanını sahneye çıkartarak protesto etti.

Daha sonra ekranlara bir zenci konuşmacı yansıdı. Bu konuşmacı ayrımcılığa dikkat çekti ve kısaca şunları söyledi:

Hepimiz aynıyız. 360 dereceden herkes aynı görünüyor. Geleceğin kocaman bir öpücüğe ihtiyacı var. Hedeflerimize ulaşabilmemiz için bir olup beraber hareket etmeliyiz. Biz geleceğe inanıyoruz.

Bu söylemdeki katılmadığım tek şey "Hepimiz aynıyız" noktasıdır. Benim duruş noktam ise "Hepimiz Farklıyız. Farklılıklarımız zenginliklerimizdir. Bütün zenginliklerimizi kucaklayıp, oldukları gibi kabullenip, herkese kucak açar ve "Bir" olmayı başarabilirsek dünyada barışın egemenlik kazanması bir ütopya olmaktan çıkar. Farklı olandan korkmayıp, onu ötekileştirmez, kendimize benzetmeye çalımaz, onu dinlersek barış adına çok önemli bir yol katetmiş oluruz. Hepimiz aynı değiliz ama hepimiz EŞİTİZ. Ancak bir olup beraber hareket edersek hedeflerimize ulaşabiliriz (sanırım Türkiye'de en çok yaşanılan sorun da bu. Organize olamamak, bir olarak hareket edememek. Her ne kadar cumhuriyet mitinglerinde bir milyona yakın kişi birlik yolunda adım atmış olsalar bile, maalesef o mitinglerin liderleri daha organize güçler tarafından sistematik bir halde işlevselleştirildi. Daha sonrasında da bu mitinglerin katılımcıları, tabiri caizse rozet Atatürkçülüğü'nün ötesine geçemedi. Bir yerlerde yanlış yapıyoruz ama çözüm açısından ben hala cevap bulamıyorum.)

İşte U2 konseri sırasında ekranlara yansıyan konuşmacı "we believe in the future. Future needs a big kiss" (geleceğe inanıyoruz. Geleceğin büyük bir öpücüğe ihtiyacı var) derken ben yukarda bahsettiğim şeyleri düşünüyordum. Sonradan farkettim ki düşündükçe iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor, bu yüzden sorgulamayı bir süreliğine bıraktım. Bu yazımda amaç konuyu derinlemesine irdelemek değil, sizin biraz düşünmenizi tetiklemek aslında.

Konser izlenimlerime geri dönersem, Bono'nun neden Barcelona'yı ve Camp Nou'yu açılış yeri olarak seçtiği ile ilgili ipucunu anlatabilirim. Konserin sonlarına doğru sahne önünden bir seyirci Bono'ya üzerinde Bono ve 1 numara baskılı bir BARÇA forması uzattı. Bono da formayı sevinerek kabul ettikten sonra üzerine giydi ve şöyle dedi:



Kısaca: Barcelona futbol kulübü formasına marka reklamı yerine UNICEF yazan tek takımdır.

Şahsi kanaatim, Barça para alıp bir markanın reklamını yapmaktansa formasında UNICEF'i taşıyarak yine kendi reklamını yapıyor. Eskiden UNICEF'de kısa süreli staj yapmış biri olarak UNICEF'i de çokca sorgularım. Şimdilik buna deyinmeyeceğim. Her şeye rağmen UNICEF pek de alternatifi olmayan bir örgüt (bu alternatifinin olmaması acaba bir tekel de yaratıyor olabilir mi? diye sormadan edemiyorum yine de).

Bono Barça formasıyla ilk olarak çok anlamlı bir şarkı söyledi: "One" Bu şarkının başlangıcına da ekranlara kampanya web sitesi yansıdı: http://www.one.org/international/about/

Konser bisine Bono kırmızı ışıklı ceketiyle çıktı. Bono'nun bu yanıp yanıp sönen haliyle "With or Without You" yu söyleyerek bir U2 konserinden bekleyebileceğim son şeyi de yerine getirerek konserden çok fazla tatmin olmuş olarak ayrılmamı sağladı.



Yazdıklarımı ve anlatmaya çalıştıklarımı özetlemem gerekirse, bir U2 konseri demek sadece rock müziği, sadece sahne şovu, sadece ışık gösterisi, sadece bir müzik grubu demek değil, toplumsal sorunlara karşı farkındalık kazanmak, ayrımcılığa ve insan hakları ihlallerine karşı göğüs germek, bunları yok etmek için savaşmak için gönüllü olmak demek.

Bu yazımı yine bir video ile kapatıyorum. İşte 30.06.2009 Barcelona U2 360 derece turu açılış konseri çılgınlığı. Video'yu izlerken siz neden U2'yu seviyorsunuz ? ya da bu anlattıklarım sonrasında onlar hakkında ne düşündünüz?, cevabınızı yorum kısmına bekliyorum...