25 Temmuz 2010 Pazar

Boş Zamanlar da Dolmalı, Ama Nasıl?

Tabii ki ne dershaneye giderek, ne etüdlere katılarak ne de test çözerek... Cevabı yazıyı okuyup Katalunya'da konuyla ilgili ne olup bittiği hakkında biraz fikriniz olduktan sonra kendiniz verin.


3 haftadır hafta içi her gün, günde 5 saatimi alan bir kursa gidiyorum. Kursun adı “Monitors de temps de lleure”. Türkçeye tam olarak bir çevirisi yok ama sanırım boş zamanları değerlendirme gözetmenliği olarak tercüme etmek yanlış olmaz. Kursun ilk dersinin giriş konusuydu bu boş zaman kavramı. Mesela Katalancası lleure olan kelimenin İspanyolcaya da tam tercümesi yokmuş, çünkü bu kavram İspanya’nın genelinde henüz keşfedilmemiş bir kavrammış. Çünkü benim boş zaman olarak tercüme ettiğim Temps de Lleure, aslında tam olarak boş zaman demek değil. Çocukların okul dışında kalan vakitlerini etkili bir şekilde değerlendirmelerine olanak veren, informal eğitim yöntemlerinin kullanıldığı, eğitimsel hedefleri olan, eğlenirken öğrendikleri bir zaman aralığı. Sanırım Türkiye’de bunun karşılığı yaz kampları olabilir. Ancak Katalunya’da bu boş zaman kavramı okulda derslerin başlamasından önceki 1-2 saatlik zaman aralığına, öğle yemeği vaktinde yemekhanelere, okul sonrası aktivitelere, tatillerde organize edilen şehir içinde düzenlenen yatısız kamplara ve şehir dışında düzenlenen yatılı kamplara kadar yayılmış durumda. Türkiye’de çocukların akademik at yarışına sıkı çalışmalarla hazırlandığını düşünürsek, o kadar boş zamanlarının olmamasından dolayı bu boş zaman kavramının içinin boş kalması çok doğal.

Burada bu iş çok ciddiye alınıyor. Bu nedenler 100 saati teorik, 150 saati staj ve staj sonrası yazılan bir proje sonrasında gözetmenlik sertifikası almaya hak kazanıyorsunuz. Sertifikayı Generalitat (ki bizdeki valiliğe tekabül ediyor biraz) verdiği için de her şey Katalanca.

Yaklaşık 3 senedir Katalunya’nın başkenti olan Barselona’da yaşıyorum ve ilk defa sadece Katalanların bulunduğu (ki sınıf 18 kişi) bir sınıftaki tek yabancıyım. Sınıfta 1 latin bile yok, Katalunya dışında doğup büyümüş 1 kişi bile yok. Günde 5 saat Katalanca dinlemek, üstüne üstlük bir de aktivitelere kırık Katalancamla katılmaya çalışacağım derken arada İspanyolcamı da unutuyorum ama yine de sınıftaki tek yabancı olmak bende değişik duygu halleri yaratıyor.
İşte bu resimdeki benim. Güzel benzetmiş çizen arkadaşlar.
Mesela kursun 3. gününde, yarım saatlik arada herkes kurs binasının dışında kapının önünde çember halinde durmuş, bazıları bir şeyler yerken bazıları etrafa bakıyordu. Ama kimse tek kelime etmiyordu ve ben dayanamayıp, ya böyle grup gibi duruyorsunuz ama tek kelime etmiyorsunuz. Bu kültürel bir şey mi diye sorduğumda sadece yemek yiyen bir kişi: “ben yemek yediğim için konuşmuyorum” cevabını verdi, diğerlerinden hiç ses çıkmadı. Bu ortam Türkiye’de olacak, o dakikada ya dizi muhabbeti yapılırdı ya da Türkiye nasıl kurtulur planları üretilmeye başlanırdı kesin.

Kursta üç hafta geçtikten sonra sanırım insanların da sempatisini biraz kazandığım için olsa gerek, ben yanlarındayken artık İspanyolcaya dönmeye başladılar. Ben de her ne kadar Katalanca konuşmak istesem de kilitlenip kaldığım için İspanyolca konuşmaya dönmeye başladım. Ama eğitimciler azimle Katalanca veriyor dersleri ve bazen (özellikle teknik konular, ör: sağlık dersi ile beslenme ve diyet etik) benim için ölümcül sıkıcı bir hal alıyor.

Bu üç haftalık eğitim süreci boyunca en dikkat ettiğim konu çok kültürlülük ile ilgili içerik ve pratikte bununla yapılan uygulamak ve eğitimcilerin söylemleriydi. Sınıftaki tek yabancı, tek Hıristiyan olmayan ya da Hıristiyan bir kültürden gelmeyen bir kişi olduğum için şüphesiz diğerlerine göre farklı bir bakış açım vardı ve ben bunun ortamı zenginleştireceğini düşündüğüm için zaman zaman şeytanın avukatlığını da yaptım.

Plastik Sanatlar Dersindeyken...Çinli oyuncağımı yapmaktayım

Barış adlı, çatışma yönetimini kapsayan derste çok kültürlülükten ve kültürler arası çatışmalardan hiç bahsedilmemesi hayal kırıklığı yarattı. Pedagoji dersinde bu konu farklılıklara dikkat etme başlığı altında şöyle bir geçildi. Psikoloji dersinin bir kısmında kültürel farklılıklardansa özel eğitim ihtiyaçlarından ve fiziksel/mental özürlülükten bahsedildi. Kursun 3. Haftasında bu konuyu en derinlemesine ele alan ders sosyoloji oldu. Asimilasyon-Çok Kültürlülük- Kültürler Arası Etkileşim arasında ayrım yapıldı, göçmenlerin durumu tartışıldı. Oturumun son aktivitesi olarak yapılan Rol oynama egzersizinde, Göçmenler ile Göçmenlerden bıkmış komşular arasında yapılan apartman toplantısı simülasyonu görülmeye değerdi. Ortaya çıkan kalıp yargıların aslında göçmenlikle, farklı kültürden gelmeyle direk bağlantılı olmadığı, ortak yaşama kurallarına uymamasıyla alakalılar ağır bastı. Ama bir oyuncu, ki bu göçmenlerden bıkan komşu rolündeydi, hipotetik olarak var olan Müslüman bir kadın göçmene öyle bir laf etti ki (taktığı başörtüsü ile ilgili ağır bir laf etti ama kelime kelime şimdi tam hatırlayamıyorum) ben bir an dondum kaldım, oyun sırasında olay ciddi ofansif ve aşağılayıcı, hakaret edici laflara dayanmıştı. Bir insana inançlarından ötürü böyle saygısızca lafları oyun ortamında bile kaldıramadığımı fark ettim. Bu oyun sonrasındaki süreç tartışması sırasında tüm sınıfa “ben Müslümanım, ve farkındayım bir çok insanın kafasındaki Müslüman resmine uymuyorum. Normalde benim hangi dinden olduğum kimseyi ilgilendirmez, din dediğiniz şey tanrı ile insanın kendisi arasındadır. Ama bunu açıklama ihtiyacı duydum çünkü bu eğitim bağlamında kalıp yargılardan sıyrılmanız önemli. Ben bir iki sene önce Katalanca kursumda benzer kalıp yargılarla karşılaştım ve hiç hoş bir durum değil” diyerek başımdan geçen olayı anlatırken yaşadığım duygu yoğunluğu ve sınıfın beni pür dikkat çık çıkmadan dinlemesi bana çok anlamlı geldi. Sınıf arkadaşlarımın aslında çok kültürlülüğe açık, ancak bu konuda yaşantısal deneyimlerinin olmamasından kaynaklanan uygunsuz tutumlarının olduğuna karar verdim.

Bu yazımı yine kurs sırasında yaşadığım eğlenceli ama bir o kadar da düşündürücü bir anekdot ile bitirmek istiyorum. Psikoloji dersinde etkinliklerden biri, herkes bir kahraman seçip daha sonra bir birleriyle o kahramanmış gibi tanışıp o kahraman rolünde konuşuyorlardı. Oyun sonunda da en çok kimi kendinize yakın hissettiniz, neden tartışması yapıldı. Bu oyun sırasında seçtiğim karakter PUCCA idi. Oyun sırasında bana ilk sorulan şey, Pucca mı? O da Kim? Ben de Koreli bir karakter diye cevap veriyordum. Oyun bitip ders arası verildiğinde sınıf arkadaşlarımdan biri, Pucca Çinli değil mi? Dedi. Ben de dedim Koreli. O da dedi aynı şey işte dedi. Ben de şaka yapıyor olmalısın dediğimde, gayet ciddi olduğunu fark ettim. Onun için her çekik gözlü Çinliydi çünkü…

Bu yazımı tüm Çinlilere adadığım, plastik sanatlar dersinde ürettiğim oyuncağım, Şapkaya Girmeye Çalışan Çinli adlı sanat eserimle sonlandırıyorum…

Son Not: Yazacak çok şey birikti ama resmi olarak tatile girmeme de çok az kaldı. Beni ısrarla takip etmeye devam edin. Gelecek yazılarımda ele almayı umduğum konulardan bir kaçı: eğitimcilerin profilinden, Francesco Tonucci, Kelebekler Sirki ve Duygusal Zeka kavramını neden sevmediğim… Ağustos’ta görüşmek umuduyla…


6 Temmuz 2010 Salı

Bir Doktora Öğrencisinin İtirafları-2

(Bu yazıyı okumadan önce, 1. yazıyı okumak için tıklayın.)
Bu yazı itiraflar serisinin gecikmeli gelen ikinci yazısı. Nisan ayı itibariyle hayatı gecikmeli yaşamaya başladığımı hissediyorum. Doktora süreci ile ilgili hayal kırıklıklarımın sonu gelmiyor. Her gün “Dün doktora için ne yaptın? Peki ya bugün ne yapacaksın?” sorularıyla güne başlıyorum. Havanın dengesizlikleri, karanlık ve gri günlerin getirdiği baş ağrıları sonrasında sıcak günler ve yüksek nem oranının eseri olan yorgunlukların eseri olan bir bıkkınlık, bir tembellik süreci sonunda genelde bu soruları cevaplamaya yüzüm olmuyor. Resmi olarak doktoradaki ilk senem bitti. Herkes tatile girdi. Bense 1 sene boyunca bir arpa yolu ilerleyememiş olmamın utancıyla temmuz ayı itibariyle kendimi toparlamaya ve her türlü dış etkene rağmen bir şeyler üretmeyi hedefledim. Bu yüzden en azından ağustos başına kadar tatildeyim demeyi reddediyorum.
Birinci yazımla ikinci yazım arasında vukuu bulan en önemli olay şüphesiz hem tez danışmanımdan hem de araştırma grubu koordinatörü olan hocamdan sağlam bir ayar yemem oldu. İkisi de çok benzer şeyler söyledi. 1 sene geçti, sen hala yüksek lisans tezinde verdiğin öneriyi ileriye götürmemişsin. Araştırmana odaklan. Hatta tez danışmanım eleştiriyi bir adım daha öteye götürüp “Seneye günde sekiz saatini teze vermelisin. Yoksa sakız gibi uzayıp gider, hiç bitmez. Önceliklerini belirle ve ona göre hareket et. Başka bir iş yapma. Sadece tezine odaklan.” dedi ve beni vicdani hesaplar yapmaya yöneltti. İtiraf etmeliyim ki bu konuşmayı onunla yaptığım günden beri doktorayı bıraksam mı diye düşünüyorum. Bir yandan doktorayı bırakmak en kolay çözüm olur diye düşünürken öbür yandan böyle bir kararı kişisel bir yenilgi olarak kaydedecek belleğimle gelecekte barış yapabilir miyim emin olamıyorum. Piyasada hak etmeden doktora programlarına giren, para ile tez yazdıran insanların varlığını bilmeyen yoktur sanırım. Onlar bile bu unvanı taşırken bitirebilecek kapasiteye sahipken pes etmeyi kendime yakıştıramıyorum. Kendime yakıştıramıyorum demişken, geçen gün kendime bir şeyi daha itiraf ettim sonunda. Doktorayı burssuz yapmayı bünyem kaldırmıyor. Burssuz olmamın suçlusu ise maalesef T.C. pasaportu taşıyor olmam (Ben geldiğimden beri hiçbir bursa başvurmadım açıkçası. Milli Eğitim Bakanlığı’nın verdiği burslara da başvurmayı kişisel prensiplerimden dolayı reddediyorum. Belki de pasaportunu taşıdığım ülkeyi suçlamamalıyım ama Latin veya AB vatandaşı olsam inanıyorum ki burs olasılıklarım artacaktı. En azından İspanya sınırları içersinde bu böyle). Aynı bölümde doktora yapan Latin arkadaşlarım genelde devletlerinden özelde İspanya’nın Latinler için özel olarak açtığı burslardan yararlanıyor. Hocama bu rahatsızlığımdan bahsettiğimde bana dedi ki “Ben, bizim anabilim dalında burslu doktora yapan birini tanımıyorum. Ben burssuz yapmıştım. Yarın tez savunması yapacak kişi de burssuz bitirdi. Malum kriz de var. Burs bulmak çok zor. Ailenden destek istemelisin.” Bu yorumu ile beni bir tür karamsarlığa itti. Burs yok diyor, bunun üstüne başka bir işte çalışma sadece tezine odaklan diyor. Bu değirmenin suyu hazır parayla dönmeye ne kadar daha dayanır bunu hiç sorgulamıyor. Bana da sadece Allah babama sağlık sıhhat versin demek kalıyor. Ama bir yandan da vicdani hesaplar yakamı bırakmıyor. Ülke, şehir, üniversite değiştirmeye enerjim kalmadı. Yoksa kendimi kabul ettirebileceğimi düşündüğüm bir iki ülkenin üniversitelerine yazmayı da düşünürdüm…Hayal kırıklıklarım 3 ay gecikmeli gelen ayar dolu geri bildirimler ve bu burs muhabbetiyle sınırlı değil. Nisan ayında bir konferans için Türkiye’deydim. Orada ilk uluslar arası sunumumu yaptım. Sunduğum makale de şimdi yayın aşamasında. Ama bu danışmanımın gözünde bir başarı sayılmaktan çok uzakta. Neyse bunu geçtim. Mayıs başında pilot çalışmaya başlayacağız diye heyecanla döndüm. Hocam okulları ayarlayacağım diyip ayarlamadı. Bende de kabahat yok değil, pilot çalışma yapacağız, nisan sonu olmuş elimde ne kategoriler var, ne görüşme senaryosu. Ama olay suçlu aramaya gelince malum suç her zaman öğrencinindir. O yüzden boynum kıldan ince (!). Mayıs ayı geçti, okullar 22 Haziranda kapanacak. Haziranın ilk haftası hocamla Allah için güzel, verimli bir toplantı yaptık. Ertesi gün okulları arayacağını söyledi. Ertesi gün okulların hazır olup olmadığını sorduğumda aramadım henüz dedi. Böylece okullar kapanmadan pilot proje yapmak yalan oldu. 20 eylülde tez önerisi sunumu yapmak için komisyona gireceğim. Bakalım beni daha ne sürprizler, ne hayal kırıklıkları bekliyor.Bu itiraf yazım daha çok kişisel süreçleri içerdi. Genelde hayal kırıklıklarından bahsettim. Ancak tabii ki olumlu şeyler de yok değil. Mesela artık tezimde ilerlemek için nereden başlamam gerektiğini biliyorum. Önceden ulaştığım bilgileri sistematik bir hale getirmeye başlayabildim. Yazmaya başlamadan önce aklımda daha çok metodolojik açıdan yaşadığım kararsızlıkları, okuduğum kaynakçaları düzenleme yöntemini sonunda öğrendiğimden, kaynakçaya ulaşma yöntemleri ile ilgili verilen 3 günlük seminerden falan bahsetmek vardı. Ama kusura bakmayın, bu birkaç ayda çok dolmuşum. Bu konulara artık 3. İtiraf yazımda değinirim. O yazıma kadar siz bloğumun sağ çerçevesinde yer alan Eğitim ve Yaşamla İlgili Bağlantılar başlığı altından Online Kütüphanem: E-Kitaplarım linkini tıklayarak google kitaplıktaki kitap raflarımı görebilirler. Bu kitaplar tezimde kaynakça olarak kullanmayı umduğum ve arşivimde var olan kitaplar. İlginizi çeken kitap olursa bir mesaj bırakın. Boyutu çok büyük değilse e-maille size ulaştırmaya çalışırım. Boyutu büyükse, bir sonraki yazıda bu kitaplara nasıl ulaştığımı anlatmayı planladığım yazımı bekleyin.

Yazımı bitirirken kıssadan hisse söylemek istediğim şudur: Tembel olmayın, işlerinizi son dakikaya bırakmayın. Hayal kırıklıklarına karşı zırhlarınızı kuşanın. Danışmanız düzensiz, disiplinsiz ise sakın onu örnek almayın. Doktoranın bir maraton olduğunu unutmayın. Bu uzun soluklu koşuyu bitirebilmek için öz disiplini ve düzenli, planlı, programlı olmayı gerektirdiğini aklınızdan çıkarmayın. Son olarak da, eğer gerçekten akademisyen olmak istemiyorsanız, idealist değilseniz, geç olmadan doktorayı bırakın. Doktor unvanı ile gelecekte sağlamayı düşündüğünüz bir kişisel tatmin varsa, bunu elde edene kadar çektiğiniz çilelere, yaşadığınız streslere değmeyebilir. Hayat güzel. Dışarı çıkın bir iki tur atın. İnsanların arasına kaynaşın…

Herkese iyi yazlar…

Bir Doktor Öğrencisinin İtirafları Yazı Dizisinin 3. Yazısını Okumak İçin Tıklayın...